ÇİLGIN TURKLER OZET

 

                      ŞU ÇILGIN TURKLER
şu çılgın türkler kitabının internette bulduğum diğer bir özeti sizler için aşağıya koydum.

Yazar kitabı genel olarak iki bölüme ayırmıştır.
Birinci bölümde genel anlamıyla Yunan Büyük Taarruzu’nu anlatmaktadır.

Bu bölümün ilk kısmı, Kütahya-Eskişehir Savaşına Hazırlık (1 Nisan 1921 -10 Temmuz 1921)’tır. İnönü meydan muharebeleri’nde Yunan ordusunun ilerleyişini durduran Türk ordusu, İngilizler başta olmak üzere bütün İtilaf devletlerini ve içimizdeki İngiliz yaltakçılarını da şaşırtmış ve bir o kadarda korkutmaya başlamıştı. Bu zaferin ardından ordunun kendine olan güveni kendine gelmiş ve düşman işgali altında olan topraklardaki milletinde bağımsızlık duygularını daha da bir ateşlemişti. Ancak Yunan ordusu bu yenilgiyi hiç planlamadığı için daha büyük ve güçlü bir taarruza girişmek için hazırlıklar yapmaktaydı. Türk ordusu o dönemdeki hali, silah ve personel bakımından Yunan ordusu karşısında oldukça güçsüz bir durumdaydı. Bu kısımda ayrıntılı olarak, 1nci ve 2nci İnönü meydan muharebelerinin seyri ve işgal altındaki İstanbul’da ve Londra’da kapalı kapılar altında neler konuşulduğu ve Yunan ordusu ve Türk ordusu’nun müteakip savaşa hazırlıkları ve Yunan tehlikesi yetmezmiş gibi İngiliz yanlısı vatan hainlerinin bağımsızlığa karşı verdikleri mücadele anlatılmakta daha doğrusu belgelerle ortaya konmaktadır.

İkinci kısım Kütahya-Eskişehir Savaşı (10 Temmuz 1921 - 24 Temmuz 1921)’dır. 10 Temmuz 1921 Pazar günü saat 04.00'te Yunan ordusu, cephe gerisinde güvenliği sağlamak için yeterli kuvvet bıraktıktan sonra, Söğüt-Afyon arasındaki 170 km. uzunluğundaki Türk cephesine doğru beş kol halinde harekete geçti. 1921 yılının üçüncü savaşı yola çıkmıştı. Yunanlılar Türklere, yeniden kurdukları orduyu güçlendirebilecekleri genişçe zamanı hiç vermemişlerdi. En fazla iki ay ara verip yeniden saldırıyorlardı. Bu savaşın içinde olan kahramanlıkları özetlemek oldukça zordur. Sayısız kahramanlıktan bir kısmı kitapta yazar tarafından ortaya konmuştur. Ancak bu kitap bir roman havasında yazıldığı için bu bölümdede ana kahramanlardan ikisi olan Yzb. Faruk ve Nesrin’in başından geçenler kitaba oldukça duygusal bir hava katmaktadır.sonuç itibariyle Türk ordusu bu muharebeden yenik ayrılmış, Kütahya ve Eskişehir düşman eline geçmiş ve bu bağısız Türk devleti düşmanlarını ümitlendirmişti.bu savaş neticesinde Ankara gerçekten tarih sahnesinden silinmek üzere miydi, yok­sa Türkler bir yeniden doğuşun eşiğinde miydiler? Zaman gösterecekti

Üçüncü kısıma Sakarya Savaşı'na Hazırlık (25 Temmuz 1921 - 13 Ağustos 1921) adı verilmiş. Bu bölümde Kütahya-Eskişehir yenilgisinin ardından ordunun Sakarya nehri doğusuna çekilmesi kararı ile bunun TBMM’nde ki yankıları ve Mustafa Kemal Paşa’nın bu konu hakkındaki eleştirilere ve meclis içindeki karşıtlara karşı uyguladığı akıllı politikalar ve Başkomutan olarak orudunun başına geçmesi, ve bitmiş denilen Türk halkının kadını erkeği, genci yaşlısı ile dünyaya nasıl kafa tuttuğu ağırlıklı olarak detaylı bir şekilde anlatılmaktadır. Bu kısımda ilgi çeken bir kaç noktadan biride yenilginin ardından yaklaşık 30.000 civarında askerin firar etmesinin belirtilmesidir.

Dördüncü kısım ise Ankara'ya Yürüyüş (14 Ağustos 1921 - 22 Ağustos 1921) adı altında anlatılmıştır. Bu bölüm sekiz gün kadar bir süreyi kapsamakla beraber, Yunan ordusunun Ankara yolunu açmak için giriştiği en büyük çaplı taarruz harekatı için düzen almasını ve bu esnada Ankara ve cephede gelişen olaylar anlatılmaktadır. Çünkü bu taarruz Yunanlıların son güçlerini kullanacakları en büyük taarruzları olacaktır. Eğer muharebeyi kazanırlar ise Ankara yolu açılmış olacak ve savaşın genelini kazanamış olacaklardır, eğer kaybederlerse, son güçlerinide burada kullanacakları için bir daha taaruz etmek için yeterli gücü bulamayacaklardır.

Beşinci kısım Sakarya Savaşı (23 Ağustos 1921 -13 Eylül 1921)’nın anlatıldığı kısımdır. Askerlik tarihinin en önemli savaşlarından biri olan Sakarya Savaşı 23 Ağustos 1921 Salı günü başladı. Bu savaşın askerlik tarihi ve bilimi açısından önemine gelince, bu savaşta Ataürk o güne kadarki savaş taktiklerini hiçe sayarak askerlik literatürüne yeni bir kavram katmıştır. Buda savunma hattının yarılmasıyla cephe bütünlüğünün bozulmaması için yapılacak toplu bir geri çekilmenin yanlış olduğu sadece cephesi yarılan birliğin geri çekilerek en uygun yerde tekrar tertiplenip muharebeye devam etmesi esasına dayanmaktadır. Yani kendi deyimiyle “Hatt-ı müdafa yoktur, sathı müdafa vardır o satıh bütün vatandır” kuralıdır. O güne kadar hiç uygulanmayan bu taktik sayesinde Türk Ordusu, kendinden hem silah ve araç hemde personel miktarı olarak kat kat güçlü Yunan ordusunun taarruzunu kırmış ve taarruz etme insiyatifini eline geçirmiştir. Bu açıklamanın önemini şu şekildede ifade etmek mümkündür. Sakarya Savaşı sonrasında Yunan ordusu kredisini tüketmiş ve aldıkları toprakları elinden çıkmaması için savunmaya geçmiş buna karşılık savaşın seyrini takip etme hakkındaki üstünlüğünü Türk ordusuna kaptırmıştır. Bundan sonra Türk ordusu ne zaman isterse o zaman savaş olacaktır.

Kitabın ikinci bölümünde ise yazar Türk Büyük Taarruzu adını vermiş ve detaylarıyla bu süreci anlatmıştır.

Bu bölümün birinci kısmı ise Büyük Taarruza Hazırlık (14 Eylül 1921 - 13 Ağustos 1922)’tır. Bu bölümde Mustafa kemal Paşa’nın başkomutanlığın uztılması ile ilgili karşılaştığı güçlükler ve Yunan ordusuna denk bir ordu yaratabilmek için yapılan çalışmalar, Yunan ordusundaki başkomutanlığın değişimi ile Sakarya savaşı’nın dünya kamuoyundaki yankıları anlatılmaktadır. Tabi bu sırada Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra yapacağı devrimlerin temel çalışmalarıda yapılmaktadır. Bütün bunlar olurken Yunan orusuda Afyon ve Dumlupınar hattına çekilmekte ve geçtiği yerleri yakıp yıkmakta, oradaki halka türlü eziyetler yapmaktadır.

İkinci kısımda Afyon Güneyine Yürüyüş (14 Ağustos 1922 - 25 Ağustos 1922)adı altında Türk ordusunun planladığı baskın şeklindeki taaruz için tertiplenmesi ve birliklerin geceleri gizlice Afyon’un güneyine yığması, Yunan ordusunun savunma için tertiplenmesi detaylı olarak anlatılmaktadır.

Üçüncü ve son kısımda ise Türk ordusunun düşmanı vatanından atması ile sonuçlanacak olan Büyük Taarruz (26 Ağustos 1922 -18 Eylül 1922)anlatılmaktadır. Bu bölümde Atatürk’ün askeri dehası bir kez daha gözönüne çıkmaktadır. Bir yılda geçilmez denilen Afyon tahkimatının bir gün içinde nasıl yarıldığı, Yunan birliklerinin nasıl çembere alınıp imha edildiği ve İzmir’e nasıl girildiği detaylarıyla anlatılmakta, Albay reşat gibi vazifesini namus bilen verilen emri istenilen zamanda yapamadığı için yaşamına son veren kahramanların kahramanlıklarından bir kısmı gözler önüne serilmektedir.

Sonuç olarak, Bu kitap, Türk Kurtuluş Savaşı’nın bilinmeyen yönlerini belgeleriyle ortaya koymaktadır. 





                             _Sonuç :
19 Mayıs 1919’da başlayan, çok önceden planlanan ve hazırlıklarına girişilen ulusal direniş, yokluklara rağmen başarıyla bitirildi. 1919 yılı direnişin şekillenmesiyle, 1920 yılı ulusal gayretlerin düzene girmesiyle, 1921 yılı son darbeye hazırlık savaşlarıyla, 1922 yılı da bu son darbe için hazırlıklar ve kesin zaferle sona erdi.
1923 yılı ise yeni devletin uluslar arası ve ulusal planda şekillenmesi ile sürdü.
Lozan Konferansı ve Anlaşması peşinden ismi konulmamış bir yönetimin isimlendirilmesi geldi, Cumhuriyetimiz ilan edildi.
Artık eski yıllarda kafada şekillenen ilerleme hamleleri, Erzurum Kongresi sırasında bir gece alınan notlar gerçekleştirilecekti. Bu ilginç hikayeyi aktarıp yine çok uzayan yazıyı bitirelim:
Mazhar Müfit Kansu’nun kaleminden okuyalım:
Erzurum Kongresi günleridir. Bir sabaha karşı saati. Paşa soruyor:
- Mazhar, not defterin yanında mı ?
- Hayır, Paşam.
- Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel.
Defter gelince :
- Bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya (Yiğit) bir de sen bileceksin. Şartım bu...
- Emin olabilirsiniz Paşam.
- Öyleyse tarih koy !
Kansu, tarihi ve zamanı koydu : 7-8 Temmuz 1919 gecesi, sabaha karşı.
- Pekala... Yaz ! Zaferden sonra şekl-i hükümet Cumhuriyet olacaktır. Bu bir.
- İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icabeden muamele yapılacaktır.
- Üç: Tesettür kalkacaktır.
- Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.
Bu anda, gayr-i ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu, gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anlatan konuşuşuydu.
Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim.
- Neden durakladın ?
- Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var, dedim. Gülerek,
- Bunu zaman tayin eder. Sen yaz... dedi.
- Beş: Latin hurufu (harfleri) kabul edilecek.
- Paşam kafi... Kafi...dedim ve
- Cumhuriyet ilanına muvaffak olalım da üst tarafı yeter ! diyerek defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım...
Atatürk, zaman zaman Çankaya sofralarında, Kansu’yu bu notları yazdırdığı zaman, kendisini hayalperest olmakla suçladığını söylemiş, şakalaşmıştı. Ama daha büyük şakaları da oldu.
23-31 Ağustos 1925 arasında Kastamonu’da Şapka İnkılabını (devrimini) ilan etmiş olarak dönüyordu. Ankara’ya avdet ettiği anda otomobille eski meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisinin başında birer şapka vardı. Kendisi neyse ne? Fakat kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Reisine de şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurttu, beni yanına çağırdı ve birden :
- Azizim Mazhar Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?
İşte, Atatürk bu idi. Her zaman kendinden ve milletten emin, planlı, programlı.
Ne şerefli, Türkiye Cumhuriyetini Kuran Türk Milletine ait olmak !
Bu şerefli ve övünülecek geçmişi derli toplu aktaran Sayın Özakman’a ve Bilgi Yayınevi’ne yeniden teşekkürler.
Son söz :
Bence bir kere daha yazılır veya yayınlanırsa eserin adı değişmeli. Bana göre, gerçekten çılgın olanlar, bu topraklara işgalci olarak gelenler ve ikazlara karşın onları gönderenlerdi…


Sayın Turgut ÖZAKMAN üstadımızı tüm Türkiye bilir.
“19 Mayıs 1999 - Atatürk Yeniden Samsun’da” isimli 2 ciltlik, duygularımıza tercüman olan kurgu romanını okumamış olanlar, veya “Şu Çılgın Türkler” isimli son romanını okumamış olanlar bile, kendisiyle tanışmışlardır:
TRT Kanalları başta olmak üzere, Milli Bayramlarımızda çeşitli kanallar tarafından yayınlanan “Kurtuluş” ve “Cumhuriyet” adlı TV filmlerinin senaristi de kendileridir. Bazı gazeteler tarafından da halka ulaştırılan bu filmler, bir kısım evlerde yerini almıştır.
Tüm bu roman ve senaryolarda, yakın tarihimize ait gerçekler, kurgu roman kahramanları da kullanılarak veya yalın olarak, verilmektedir.
Yapılan röportajlarda ve söyleşilerde, açıkça sorulmayan bir soruyu, ben burada sormak istiyorum: Aramızda olmayan Atatürk’ü ve Cumhuriyet’imizin kuruluşunu, en azından bazı bölümleri kurgu olan yapıtlara konu olarak almak doğru mu? Cevabım kocaman ve yüksek sesle EVET !
Atatürk artık uzun süredir aramızda değil, O’nu bir yana bırakın, O’nu görenlerin, yaşayanların pek çoğu aramızda değil. Özellikle gençlerimiz için, en küçük yaşlarından itibaren sınıflarda bir mask, okul bahçesinde bir büst, bazı meydanlarda bir heykel, belli günlerde gazetelerde çıkan bazı resimler ve klişeleşmiş cümlelerle veya boyun damarları şişerek okunan bazı şiirlerden, ara sıra anılan bir isimden ibaret.
Hemen bütün konuşmacıların, özellikle politikacıların ağzında da, samimiyetsizce anıldığını görüp izliyorlar. Kime sorsalar, çok karşı olanlar bile, otomatik bir şekilde “Atatürkçü” olduğunu söylüyor. Halbuki bu inanılmaz niteliklere sahip ebedi yol göstericiyi yaşatmamız ve anlamamız gerek. Bunun da yolu, insan yönlerini ve fikirlerini öne çıkartarak topluma, özellikle de gençlere ulaştırmaktır.
Neler için nasıl hazırlandığını, kimlerle ve nelerle nasıl mücadele ettiğini, neleri yoktan var ettiğini, neleri düşünebildiğini, görüşlerini anlamamız ve aktarmamız gerek. Başta Avrupa’lı dediklerimiz bunları bilmedikleri için karşı çıkıyorlar. Halbuki daha Erzurum Kongresi günlerinde bile yapacağı devrimleri düşünüp planladığını (Mahzar Müfit Kansu anıları), Avrupa Birliğini 1932 lerde düşündüğünü bilseler, başka türlü bakarlar.
Hepimiz öğrenci ve genç olduk, tarih ile ilgili dersleri ve konuları, nasıl zorlanarak atlattığımızı bir hatırlayın. Ben kişisel olarak tarih ve coğrafya gibi derslerin ezberlenecek yanlarından (tarihler, yüzölçümleri gibi sayılar, v.b.) çok sıkılır ve kaçarım. Ama keyifle roman okurdum. Bu sayede de pek çok tarih ve coğrafya bilgisi ile tanıştım, ilgimi çekenleri daha da ileri seviyede inceledim.
Bu günün gençleri, okuma alışkanlığından da uzaklar. Görsel ve işitsel yollar onlara yetiyor. Bu yüzden, konular ekranlara çıkmasa bile, çizgi roman türü, onlara ulaşmak için özel bir yol. Düz yazı ise, mizah baharatıyla süslenince veya hayalleri coşturunca, daha bir okunabilir oluyor.
Eldeki bazı kaynaklarda, bir kısmı (artık) pek bilinmeyen, yaşam kesitleri, yaklaşımları ve sözleri var. Eski eşinin kardeşine neler diyebildiğini de, yedi yıl önceden yaklaşan büyük savaşı nasıl gördüğünü de, ağzından bir Balkan Birliği sonrası Avrupa Birliği kavramının da nasıl döküldüğünü, hem de belgeleyerek bilebiliyoruz.
Bu ve benzeri bilgilere dayanarak kurgu bir yaşam ve olaylar kesiti yaratmak zor olmasa gerek. Okunabilir olması, biraz dil ve üslup, yani beceri konusu olduğu kadar, kabul edilir olması da bir iyi niyet ve sadakat sonucu oluyor. Zaten bütün
anlatımlar, konusu ne olursa olsun böyle değil mi ?...
Atatürk’ü bir romanda ele almaya cesaret etmek, kabul ederim ki çok iddialı bir iştir. Doğru işlenmesi gereken bir çok ince nokta vardır. Atatürk Yeniden Samsun’da kurgu romanından bir örnek:
Hemen ilk sayfalarda yer alan, Canan Yücel ve Mina Urgan’ın dahil oldukları bir grubun, kendilerini bir odada bekleyen Atatürk’ü ziyaretleri var. Yazar, onları karşılamak için Atatürk’ün ayakta beklediğini yazmış. Bilebildiğimiz kadarıyla, aralarında hanımların ve sanatçıların olduğu bir grubu, bu büyük insan ayakta karşılardı. Bu gibi üstün ve ince yanlarını vurgulayarak, O’nu her yönüyle ve daha iyi tanıtabileceğimize inanıyorum.
Çok az kaldılar, ama zaman içinde, kendisini bizzat gören, kısa süre de olsa muhatap olan bazı büyüklerimizden, hep böyle insan ve uygar yanlarını duyduk, gençlere ve çocuklara sevgisini öğrendik. Yabancı ve tarafsız yazarlardan da, satır aralarına dikkat ederek, bazı özel yönlerini keşfedebiliyoruz. Mesela Armstrong’un Bozkurt kitabından, Çankaya’daki ilk evinin çalışma odasında, başının üzerinde bir dini yazı (belki Maşallah, belki bir dua, o belli değil) asılı olduğunu, bunun altında çalıştığını öğreniyoruz. Çocukluğunda Atatürk’ü görüp konuşup iznini alarak fotoğraflarını çeken bir kıymetli büyüğümüz, “Atatürk ve Din” konulu yazı ve konuşmasını hazırlarken, bu tip bazı bilgiler, kim bilir ona ne kadar yararlı olurdu..
Atatürk ve Eşi Latife Hanım’ın kısa evliliklerinin romanını yazan İsmet Bozdağ, eldeki pek az veri ve ifadeden yola çıkarak Fikriye ile Atatürk’ün olası evliliklerini roman haline getiren Hıfzı Topuz, 1999 yılı 19 Mayıs’ında Atatürk’ü tekrar Samsun’a çıkartıp sonra da Ankara’ya getirten, televizyon konuşmaları yaptıran Turgut Özakman, bu anlayışta öncülük edip, yeni ufuklara doğru koşanlar, Ebedi Önder’imizi samimiyetle tanıtarak fikirlerini yeniden 1920lerin 1930ların heyecanlarıyla hatırlatanlar...
Bu kurguların esas amacı, samimiyetle bazı şeyleri canlandırıp hatırlatmak:
Atatürk ölmedi, bizler yaşayıp O’nu ve fikirlerini yaşattığımız sürece de ölmeyecek... En büyük eseri olan Cumhuriyetimiz de ilelebet yaşayacak.
Bu cumhuriyetin nasıl kurulduğunu, temelindeki harçları ve taşları öğrenmek ve anlayabilmek için, kendisi için “Türk’üm !” diyen herkes, Türkleri tanımak isteyen tüm dostlar, “ŞU ÇILGIN TÜRKLER” isimli kitabı okumalı ve okutmalıdır. Keşke bir an önce yabancı dillere de çevrilse !
Şimdi kitaptan bazı alıntıları görelim (Sayın Yazar ÖZAKMAN ve değerli yayınevi BİLGİ Yayınevine, eserin hazırlanıp yayınlanması ve nazik yaklaşımları ile ilgili tekrar teşekkürlerimizle).
Kitabın bütününde deniz ile ilgili az bölüm vardır. Sitemiz “Denizce” olduğu için, alıntıları bunlardan derledik :
…..
AKDENİZ GÜNEŞİNDE yıkanan Sakız Adası'nın kuzeyindeki Kardamilla Köyü, sabahleyin telaşlı çan sesleriyle çalkalanıyordu.
Evinin taş duvarı dibine çömelmiş, kemiklerini ısıtan Dimitri Baba (1) irkildi. Vakitsiz çan çaldığına göre mutlaka biri ölmüş olmalıydı. Doğrulmak istedi ama bacakları öyle tatlı uyuşmuştu ki caydı, "Ben iyi ki yaşıyorum" diye geçirdi içinden. Bu yıl toprak erken uyanmış, ağaçlar çok çabuk donanmıştı. Ayaklarının dibinden yavru bir kertenkele aktı. Hava reyhan kokuyordu. Birinin geçtiğini görünce seslendi :
"Kim ölmüş?"
"Hiç kimse. Bütün gençleri askere alıyorlar:”
Kuru ceviz kabuğu gibi buruşuk yüzünü uğuşturdu, "Doğru bilmişim..” dedi kendi kendine, "..işin ucunda yine pis ölüm var:”
Birçok genç gibi Dimitri Baba'nın torunu Panayot (1) da asker olacaktı.

(1) Dimitri Baba ve torunu Panayot, romandaki kurgu kişilerdendir.
…..
İNEBOLU MEVKİ KOMUTANI Yarbay Nidai yerinden fırladı :
"Ne diyorsun?”
Limanın sığlığı yüzünden İnebolu'nun açığında demirleyen Remo adlı İtalyan gemisine çıkan denetim subaylarından biri, telaşla geri dönmüş, gemide Veliaht Abdülmecit’in oğlu, Vahidettin'in damadı Şehzade Ömer Faruk'un bulunduğunu bildirmişti.
"Ankara'ya gidecekmiş.”
"Ankara mı çağırmış ?"
"Hayır !"
"Yalnız başına mı gelmiş ?"
"Albay Kel Asım Bey'le birlikte:”
Yarbay Nidai Ömer Faruk'u, göğsü dekoratif nişanlarla dolu fiyakalı fotoğraflarından tanır ve can pazarından gelmiş bütün subaylar gibi gülünç bulurdu. Her şey az çok yoluna girdikten sonra, bu delikanlının çıkıp gelmesi midesini bulandırdı. Bilmediği yeni bir durum olduğunu düşünerek, Şehzade'nin karaya inmesine izin verdi ve durumu Ankara'ya telledi.
Belediye Başkanı Hüseyin Kaşif Bey, Şehzade ile Albay Asım Gündüz'ü (sonradan yeniden ve tek başına geldi ve Batı Cephesi Kurmay Başkanı oldu. A.S.) eve yemeğe davet etti. Subayların katılmadığı yemek soğuk geçti. Ankara'nın cevabını beklemek için yemekten sonra bahçeye indiler. Kahvelerini içtikleri sırada bir inzibat eri göründü. Elinde bir telgraf vardı. Selam verip Ömer Faruk'a uzattı. Telgraf M. Kemal Paşa'dan geliyordu ve şöyle bitiyordu:
"İstanbul'a dönmeniz ve hanedanın bütün üyelerinin hizmetlerinden yararlanılacağı güne kadar orada kalmanız rica olunur:”
Şehzade ve Albay Asım, akşam İnebolu'ya uğrayan bir gemiyle İstanbul'a yolcu edildiler. Şehzadenin geri gönderilmesine, İnebolu'da, birkaç yaşlı Hürriyet ve İtilaf Partiliden başka kimse aldırmadı.
…..
KAÇAK SUBAY ve silah denetimi yapan işgal subaylarının titizliği yüzünden Triestino adlı İtalyan gemisi, İstanbul'dan iki saat gecikmeyle ayrıldı. Gün batmak üzereydi. Çoğu köylü olan yolcular, arka güvertenin küpeştesine dayanmış, sessizce, bu büyülü saatte İstanbul'u seyrediyorlardı. Aralarında bir Fransız çift de vardı. Gemi Anadolu Hisarı hizasına geldiği zaman Madam Amiel (2), suluboya bir rüyadan uyanmış gibi mahmur,
"Ama Jean..” dedi, "..Mösyö Konstantinidis haksız ! Ne yana baksan, burası bir Türk şehri. Yunanlılıkla hiç ilgisi yok.”
Jean Amiel, yolculuğun asıl sebebini bilmeyen karısına cevap vermedi. 35 yıl önce, birçok becerikli Rum gibi Marsilya'ya yerleşmiş olan Trabzonlu zengin Konstantin Konstantinidis'in yanında çalışıyordu. Konstantinidis, Avrupa ve Amerika'da bulunan Karadeniz Rumlarını, 1918'de Marsilya'da düzenlediği Pontus Kongresi'nde bir araya getirmişti. 500 yıl önce tarihe karışmış olan Pontus devletini diriltmek istiyordu. İstanbul'un bir Yunan şehri olduğunu iddia ediyor, Batum'a kadar Karadeniz kıyılarının da, Rumların nüfusun ancak yüzde onunu oluşturduğuna bakmaksızın, Pontus devletine verilmesini istiyordu. Bütün servetini bu işe ayırmıştı. Venizelos da, Karadeniz kıyılarındaki RumIarın örgütlenmeleri için Albay Katenyotis'i görevlendirmiş, Pontus çetelerinde dövüşen RumIarın sayısı hızla 25.000'e yükselmişti.
Buna karşılık Karadeniz Türkleri de silahlanmışlardı. Ankara’da merkezi Amasya'da olan bir ordu kurmuştu. Merkez Ordusu gibi gösterişli bir ad taşıyan bu kuruluşun toplam tüfek sayısı 6.700'dü. Kuzeyde Pontus çeteleriyle, güneyde de, bu tehlikeli dönemde Koçgiri'de isyan etmiş olan Kürt aşiretleriyle çatışıyordu.
RumIarın Pontus rüyası bütün sıcaklığı ile sürmekteydi.
Jean Amiel’in görevi, Sumela Manastırı'nı incelemek bahanesiyle Pontus hareketinin Anadolu'daki liderlerinden Trabzon Metropoliti Hrisantos'la buluşmaktı. Konstantinidis'den talimat ve para götürüyordu. Eşiyle geldiği için kuşku çekmeyecek, Türklerle Fransızlar arasındaki yumuşamanın da yardımıyla Trabzon'a çıkması zor olmayacaktı.
Yemek salonu da köylüler ve taşralı, kılıksız tüccarlarla doldu. Yolcular durgun, yemekler baştansavmaydı. Müzik de yoktu. Madam Amiel'in canı sıkıldı. Oysa Marsilya'dan İstanbul'a, savaştan sonra bütün Avrupa'yı sarmış olan o çılgınca hava içinde eğlenerek, türlü gösteriler seyrederek gelmişlerdi. Erkenden kamaralarına çekildiler. Sabah geç uyandılar. Kahvaltılarını yapıp güverteye çıkmaları öğleyi buldu.
Sıralara, yerlere, tahta çantalara, küçük denklere oturmuş, küpeşteye yaslanmış yolcular, hiç konuşmadan soluk kıyıyı seyrediyorlardı. Madam Amiel, sağında duran buruşuk fesli, kirli gocuklar giymiş, gözleri uykusuzluktan kanlı adamlara bakarak yüzünü buruşturdu, "Ne kadar çok köylü var bu gemide.: ” diye yakındı, Fransızca anlamayacakları için de sesini alçaltmadan ekledi: "..ne kadar da çirkin insanlar:”
Dr. Hasan (2), "Madam bizi beğenmedi" diye homurdandı. Yüzbaşı Faruk (2) güldü :
"Haklı. Hepimiz manda leşi gibiyiz:'
Uğurlamaya gelen İhsan tanıştırmıştı ikisini. Az sayıdaki kamaralar dolu olduğu için Faruk'la doktor, geceyi birçok son dakika yolcusuyla birlikte, pireli ve küf kokan başaltının tahta döşemesi üzerinde geçirmişler, sabaha kadar gözlerini kırpmamışlardı.
Madam Amiel başını öbür yana çevirdi, makine dairesinde geceledikleri için kömür tozuna ve yağa bulanmış delikanlıları gördü; utanacakları yerde bu hallerinden pek hoşlanmış gibiydiler, iğrenerek döndü :
"Çok da pisler Jean. Güzelim İstanbul'u gerçekten bu ilkel insanların elinde bırakmamalı:”
Yan güvertenin sonunda, Yakup Kadri, tel gözlüklü, eski elbiseli bir memur ve tek başına Ankara'ya gitmeyi göze almış, sıkmabaşlı, iskarpinli, adının Nesrin (2) olduğunu öğrendiği bir genç kızla sohbet ediyorlardı. Nesrin heyecanını belli etmemeye çalışarak, "Yunan savaş gemileri yolumuzu kesemez, değil mi?" diye sordu.
Tel gözlüklü memur kızı yatıştırdı:
"İtalyan gemisi bu küçük hanım, cesaret edemezler. ”
Bir delikanlı heyecanla haykırdı:
"İnebolu !"
Kerempe Burnu'nu dönmüşlerdi. Ufukta İnebolu kıyısı bir çizgi halinde görünüyordu. Herkes canlandı. Kömürcü çırağına benzeyenlerden biri, "Haydi toparlanalım. İnebolu'da inip biraz gezeriz" dedi. Gençler hiç itiraz etmeden kalkıp güverteden ayrıldılar.
Madam Amiel "Pisler gidiyor...” diye müjde verdi, sağına göz attı,
"..Oo! Çirkin adamlar da gidiyor.”
Dr. Hasan bir an önce kılığını değiştirmek için acele eden Faruk'u durdurdu, Madam Amiel’e döndü, Fransızca, "Aziz Madam.:” dedi, "..size ve eşinize iyi yolculuklar diliyoruz !”
Yürüyüp gittiler.
Madam Amiel sersemlemişti, "işittin mi...” diye feryadı bastı, "..çirkin köylü Fransızca konuştu. Aman Tanrım ! Bunlar gerçekten acayip adamlar.”
İtalyan kamarot ve tayfaların dostça davranışları Yakup Kadri'nin ilgisini çekmişti. Tel gözlüklü memur, "Ee..” dedi, "..bu hatta kaçak silah, cephane ve subay taşıya taşıya, Türklerle içli dışlı olmuşlar.”
"Acaba bu gemide de kaçak silah var mıdır ?"
"Az da olsa, mutlaka vardır.”
“Ama bu defa subay yok galiba. ”
Memur gülümsedi:
"Olmaz olur mu ?"
"O kadar dikkatle baktım ama ayırt edemedim.”
"İşgal denetimi çok sıkılaştı. Biz de denetimden geçebilmek için geçici kimliğimize uygun şekilde giyinmek ve davranmak için günlerce önce hazırlığa başlıyoruz: ”
Yakup Kadri ile kız şaşırdılar:
"Yoksa siz de mi subaysınız ?"
"Evet efendim. Talimat uyarınca İnebolu'ya kadar kimseye gerçeği açıklamamamız gerekiyordu. Askeri doktorum. "
Yakup Kadri "Çok iyi.. dedi sevinçle, "..tek doktor da şu sıra
Anadolu için büyük kazançtır."
Doktor güldü :
"Biz 40 doktor, 10 eczacıyız. "
Yakup Kadri'nin ağzı açık kaldı.
İnebolu sularına girmişlerdi. Neşeli bir uğultu yükselmişti. O yana döndüler. Temizlenip üniformalarını ve başlıklarını giymiş kırk kadar genç, martı sürüsü gibi bembeyaz, güverteye çıkmışlardı.
"Bunlar kim ?"
"Heybeli Deniz Okulu'nun kaçak öğrencileri. Onlar da damla damla oluşan Deniz Kuvvetlerimize katılmak için Samsun'a gidiyorlar. Biz İnebolu'da ineceğiz. İzninizle."
Askerce selam verip ayrıldı.
Madam Amiel bu sürprize bayılmıştı. Az sonra güvertelere, üniformalarını giymiş subaylar, askeri doktor ve eczacılar da çıkınca, kendini tutamadı, el çırpmaya başladı. Bugüne kadar hiç böyle çarpıcı bir gösteri görmemişti. Yakup Kadri de heyecan içindeydi. Genç kıza, "Bir romanda yaşıyor gibiyim" diye fısıldadı.
Birkaç heyecanlı delikanlı şarkıya başlamıştı:
Karadeniz, Karadeniz (3)
Gelen düşman değil, biziz..
Şarkıya katılanlar gittikçe arttı. Şişman kaptanın her zamanki işareti üzerine tayfalardan biri, dostluk jesti olarak, isten kararmış, buruşuk bir Türk bayrağını direğe çekmeye koyuldu. Yükseldikçe bayrağın buruşukları düzeliyor, rengi açılıyordu. Nesrin'in gözleri doldu.
İnebolu'nun Yarbaşı'na doğru set set yükselen beyaz evleri, denize açılmaya hazırlanan büyük kayıklar, yalıda toplanan halk görünüyordu artık. Gemideki bütün Türklerin katıldığı şarkı Anadolu'nun en hareketli deniz kapısı İnebolu'ya yansımaktaydı:
Onun sana selamı var,
Diyor ki düşmanın ne canı var?
Kovsun onu sularından
Orada Türk sancağı var!

(2) Amiel ailesi, Dr. Hasan Bey, Yüzbaşı Faruk, Nesrin Hanım, romanın kurgu kişilerindendir. Ancak gerçek hayatta yaşamış örnekleri vardır.
(3) Karadeniz Marşı
HAVA KEŞİF RAPORU paşaları rahatlattı. Fazıl demiryolu kuzeyinde bir tümen, Sakarya'nın kolları arasında dört-beş, Sakarya'nın güneyinde üç tümen saptamıştı. Bu durumda düşmanın ağırlık merkezi ortadaydı. Kuzeyden gelmeyeceği anlaşılıyordu. Ya merkezden saldıracaktı ya da merkezde zayıf bir kuvvet bırakıp güneye sarkacaktı.
Askerlik sanatınca doğru olan güney kanada yönelmesiydi. Ama bunun için güneye çark etmesi, Sakarya'yı aşması, yayılarak güney kanada yanaşması gerekiyordu. .
Bu bir hafta demekti.
Bu amatörce plan, Türk ordusuna en çok ihtiyacı olduğu şeyi, zamanı kazandıracaktı. Bir hafta, bu kritik dönemde, büyük bir nimetti.
Hemen iki tümen güneye kaydırıldı. Ertesi gün bu kanatta inceleme yapmaya karar verdiler. Güney (sol) kanat büyük önem kazanmıştı. Savaş burada düğümlenecekti.
YUNAN İKİNCİ KOLORDUSU ile Türk 2. Grubu, Sakarya'nın
güneyindeki bölgede, aynı sert koşullar içinde doğuya doğru yürümekteydiler. Aralarında bir yürüyüş günü fark vardı.
Türk komutan daha deneyimli olduğu için birliklerini küçük gruplar halinde ve daha çok geceleri yürütüyordu. Buna rağmen yalnız bu gün 322 asker hastalanmıştı. Bu zahmete katlanamayıp kaçanlar da olmuştu.
Yunanlıların durumu doğal olarak çok daha ağırdı. Çünkü bu bölgeyi hiç tanımadıkları için güvenlik kaygısıyla gündüzleri yürüyüp sıcaktan kavruluyor, gece yatıp soğuktan titriyorlardı.
Albay Kalinski sinir içindeydi:
"Hani bu yürüyüş askeri bir gezinti olacaktı ?"
TÜRK ARTÇI BİRLİKLERİ Yunan birlikleriyle ya dövüşerek, ya göz temasını koruyarak geri çekiliyorlardı.
Mihalıççık'taki 1. Piyade Tümeni, geride Süvari Tümenini bırakarak, akşam Sakarya doğusuna geçti.
Güneydeki Süvari Grubu da akşam, yaklaşan düşman tümeni yüzünden, halkın gözyaşları içinde Emirdağ'ı boşalttı. Bu insanları düşmanın insafına bırakarak çıkıp gitmek subayları da askerleri de kahretmekteydi. Acı sahneyi uzatmamak için atları mahmuzlayıp kaçar gibi uzaklaştılar.
……
M. KEMAL PAŞA, Fevzi, İsmet ve Kazım Paşalar, Binbaşı Tevfik Bey, Yarbay Salih Omurtak, öğleden önce Albay Deli Halit Bey'in komutasındaki 12. Grubu ziyaret için iki arabayla grup karargahının bulunduğu Toydemir köyüne geldiler.
Bu grup Sakarya boyunda, demiryolundan güneydeki Yıldıztepe'ye kadarki kesimde mevzilenmişti.
Albay Halit Bey ve emrindeki tümen komutanları paşaları bekliyorlardı. Komutanlar eksikliklerin az da olsa sürekli giderilmesinden çok memnundular. Asker neşeliydi. Bunu duymak paşaları sevindirdi. Kaçak sayısı da çok azalmıştı.
Başkomutan, "Şu andaki asker sayımız istediğimiz düzeyde değil.:' dedi, "..ama güneye yöneleceği anlaşılan düşman bize zaman kazandırıyor. Askerlik şubelerinde, eğitim alaylarında birçok gencimiz ve askerimiz var. İşlemleri bitenler eğitim alaylarına, eğitimleri sona erenler orduya katılıyor. Millet, çocuklarını saklamadan askere yolladığı için bu akış artık durmaz, savaş boyunca devam eder. İçiniz rahat olsun."
Yeni savaş yöntemini (Lütfen bu yöntem için bir sonraki “Açıklamalar” bölümündeki “Yepyeni bir savaş stratejisi” isimli bölümü okuyunuz.) genişçe anlattı ve bir cümleyle özetledi: "Yurdumuzu karış karış koruyacağız !”
Nice savaş görmüş komutanları bile heyecan bastı. Gerçek bir ölüm-kalım savaşı olacaktı.
Toydemir'den Yıldıztepe'ye çıkıldı. Bu şirin tepeden geniş Sakarya vadisi bütün görkemi ile görünüyordu. Yıldıztepe'nin sarışın yamaçları Sakarya'ya doğru yavaşça, usulca, küçük dalgalar halinde inmekteydi. Ne güzel bir vatandı bu. Bu sarhoş edici güzellikten bir süre gözlerini alamadılar. Yazık ki birkaç gün sonra savaş burasını cehenneme döndürecekti. Bu kesimdeki bazı mevzileri gezip askerlerle bayramlaştıktan sonra, daha güneye indiler.
İnlerkatrancı Köyü'ne geldiler. Bu köyün güneybatısında, üstü düz bir tepe vardı. Sakarya'ya karışan Ilıca Deresi vadisinin bu tepeden iyi incelenebileceği anlaşılıyordu. Ilıca vadisi Türk cephesinin güney çizgisini oluşturacaktı.
Otomobilleri tepenin eteğinde bıraktılar, en yakındaki alaydan yollanan atlara binip ağır ağır tepeye çıktılar.
Alay Komutanı Başkomutan'a kendi seçkin atını ikram etmişti.
…….
ÇIKTIKLARI TEPEDEN, doğu-batı doğrultusunda uzanan Ilıca vadisi gerçekten iyi görünüyordu. Vadinin kuzeyi güneye egemendi. Bu durum savunmaya kolaylık ve üstünlük sağlayacaktı. Esas savunma hattının bu vadinin kuzeyinde oluşturulması, 4. Grubun Yıldız Tepe ile Ilıca vadisi arasındaki kesime kaydırılması kararlaştırıldı. 4. Grubun soluna 2. Grup gelecekti.
Doğuya doğru iyice ilerde, çevreye egemen, heybetli bir dağ vardı. Güçlü bir dürbünle çevreyi inceleyen Başkomutan sordu:
"Şu koyu renkli güzel dağın adı ne ?"
"Mangal Dağı!“
Dürbünü gözünden indirdi. Yere serili olan haritaya baktı, dağı buldu, işaretledi:
"Sol kanadımızı bu güzel dağa dayayalım. Düşmanın daha doğuya doğru ilerleme olasılığı belirirse, bu dağı esas savunma hattına katarız !”
Öğle yemeğini Toydemir'de komutanlarla yiyeceklerdi. İsmet Paşa haritasını toplarken, bir at kişnemesi ve bir erin korku çığlığını duyup başını kaldırdı.
M. Kemal Paşa tam ata binerken, bir şeyden ürken at parlayınca, ayağı üzengiden kayıp yere düşmüş, sol böğrünü büyükçe bir taşa çarpmıştı.
Fevzi Paşa uzatılan mataradan avucuna boşalttığı su ile M. Kemal Paşa'nın yüzünü yıkadı. M. Kemal Paşa gözlerini araladı, başucunda diz çökmüş İsmet Paşa'nın korku ile terleyen yüzünü görünce gülümsemeye çalıştı:
"Merak etme, önemli değil !”
Zorlukla doğrulup oturdu. İsmet Paşa'ya tutunarak ayağa kalktı.
Yüzünden canının yandığı belli oluyordu. Atı tutan seyise seslendi:
"Çocuk, getir onu buraya !”
Beyaz, güzel, uzun bacaklı, örme yeleli bir attı bu. Yanlış bir şey
yaptığının farkındaymış gibi suçlu suçlu duruyordu. Seyis atı yaklaştırdı. M. Kemal Paşa, "Gel çocuğum.:' dedi, atın yüzünü okşadı, "..senin bir kusurun yok:' Gözlerinin arasından öptü.
Yavaş yavaş tepeden indiler.
……
2. GRUP öğleyin Gökpınar'a ulaşmıştı. Burası Sakarya'ya karışan gür Gökpınar deresinin kaynağıydı. Dik kayaların dibinden buz gibi duru su fışkırıyordu. Su bol, çevre zehir yeşili çimen, kaynağın ve derenin kıyıları koyu gölge döken sık ağaçlarla doluydu.
Disiplin içinde sıralarını bekleyen birliklere soğuk kaynak gölünden kırba, tulum ve testilerle su taşınıyor, sırası gelen askerler, derede zevk çığlıkları ata ata yıkanıyor, daha ilerde de hayvanlar sulanıyordu.
Askerler beş sıska koyununu otlatan küçük çoban Musa'yı sevdiler, aralarına alıp karavanaya ortak ettiler.
Cehennem yürüyüşü bitmişti.
Cephe Komutanlığı Grubun öbür gün akşam Mangal Dağı'na ulaşmasını istiyordu. Selahattin Adil Bey, ''Allaha şükür, çorak bölgeyi aştık.:' dedi, "..bundan sonrası kolay. Kapağı cepheye atınca daha da rahatlarız. Düşman düşünsün !“
Doğru söylüyordu.
Düşman daha günlerce Anadolu'nun sıcağıyla, tozuyla, gölgesiz ve susuz bozkırıyla boğuşacaktı.
…….
OTOMOBİLLERLE çok yavaş olarak Polatlı'ya gelmişler, M. Kemal Paşa vagonuna çekilmişti. Yanında Cephe Sağlık Müdürü Dr. Murat Cankat vardı. Paşalar ve karargahın önde gelen subayları, derin bir kaygı ve sessizlik içinde, yandaki vagonda, muayene sonucunu bekliyorlardı.
Doktor yarım saat sonra bekleyenlerin yanına geldi. Terini sildi. Ürkmüş görünüyordu :
"Bir ya da iki kaburga kemiğinin kırıldığını sanıyorum. Biri ciğerini tahriş ediyor. Sesi kısılmaya başladı. Röntgen çekilmesi gerek !“ Yalnız Ankara Hastanesi'nde röntgen vardı.
"Öyleyse Ankara'ya gitmek zorunda !“
"Evet, hemen !“
İsmet Paşa, yaverine, "Treni hazırlatın.." dedi, topluluğa döndü, "..olayı gizli tutacağız !“
Refet Paşa'ya ve Cebeci Hastanesi'ne gizlice bilgi uçuruldu.
…….
REFET PAŞA, Kazım Paşa, Müsteşar Albay Ali Hikmet Ayerdem, Salih Bozok ile Muzaffer Kılıç başhekimin odasında sonucu bekliyorlardı.
Doktorlar Başkomutan'ı, röntgeninin çekilmesi ve muayene edilmesi için alıp götürmüşlerdi.
Sol kaburgalarından birinin kırık olduğu anlaşıldı. Kırık kaburganın ucu akciğeri örseliyordu. Kaburga alçıya alınamadığı için Dr. Mim Kemal Öke, belden yukarısını kalınca bir band ile sıkıca sardı. Kırık kaburganın zamanla kaynayıp iyileşmesi beklenecekti.
Dr. Adnan Adıvar, Dr. Refik Saydam, Dr. Şemsettin Bey, Dr. Murat Cankat ayaktaydılar. Arkalarında Nesrin Hemşire duruyordu.
Mim Kemal Bey, "Paşam..“ dedi saygıyla, "..yatarak, az hareket ederek dinlenmeniz gerekiyor. Aksi takdirde kaburgadaki kırık, ciğerdeki tahriş, başımıza çok iş açar. Velhasıl cepheye dönmeniz mümkün değiL. Yoksa..“
Sözünü tamamlamak için yumuşak bir sözcük aradı, bulamadı: "..ölürsünüz !“
Öteki doktorlar başlarını sallayarak Dr. Mim Kemal Bey'i onayladılar.
Mustafa Kemal Paşa Çankaya'ya döndü.
……
PAŞASININ kaza geçirdiğini öğrenen Fikriye Hanım az kalsın bayılacaktı. Kendini zorlukla toparladı, Paşa'yı büyük bir şefkatle yukarıya, yatak odasına çıkardı.
Salih Bozok, Dr. Murat Cankat, yaver Muzaffer Kılıç alt kattaki salona geçtiler. Az sonra Abdurrahim de aşağıya indi. Gözleri dolu dolu Salih Bozok'a sokuldu. hiç konuşmadan oturdular. Olayı duyup telaşlanan birkaç Bakan geldi. Fikriye Hanım misafirleri Paşa'nın yanına çıkardı. Az sonra hızla aşağıya indi. Dr. Murat Bey'e, gözleri korku içinde, "Bakanlara yarın cepheye döneceğini söylüyor..“ dedi, "..dönebilir mi ?"
Dr. Murat Bey hüzünle gülümsedi:
"Bakanların maneviyatı bozulmasın diye öyle söylüyordur. Çünkü dönmesi mümkün değil. En azından iki hafta yatması gerek !“
……
2 NUMARALı koğuşta sadece iki yatak doluydu. Birinde Faruk yatıyordu, ötekinde ateşten inleyen bir yaralı. Kalan yirmi küsur yatak boş ve dağınıktı.
Faruk, küçük idare lambasının zayıf ışığında, sırt üstü, gözleri kapalı, bu akşam nöbetçi olan Nesrin'in gelmesini bekliyordu. Nöbetçi hemşirelerin koğuşları denetleme saatiydi.
Çok iyi tanıdığı zarif ayak sesleri duyuldu, yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı, koğuşa girdi. Faruk bir çığlık bekliyordu. Beklediği oldu. Nesrin çığlığı bastı:
"Aaaaaaaaaa! Bu yaralılara ne oldu Faruk Bey? Nerede bunlar ?"
Faruk oturdu :
"Galiba Beyoğlu'na çıktılar..”
Ayaklarını karyoladan yere sarkıttı :
"..Pinti felekten bir gece çalacaklar:'
"Şaka yapmayın ne olur !”
"Peki. Kaçtılar Nesrin Hanım !”
Nesrin isyan etti :
"Neden ama ?"
"Cepheye dönmek istiyorlardı. Doktorlar izin vermeyince, kaçtılar !“
"Hiçbiri daha iyileşmemişti ki …“
"Zararı yok. Cephenin havası, karavanası insanı hastaneden daha çabuk iyi eder !“
Nesrin kapıya yürüdü :
"Ben olayı nöbetçi doktora bildirmek zorundayım…“
Faruk uzanıp kızın elini yakaladı :
"Hayır, durun lütfen. Dün kaçacaklardı. Bu akşam kaçmalarını ben tavsiye ettim. Çünkü sizin nöbetçi olacağınızı biliyordum, ricamı dikkate alacağınıza güveniyordum. Kaçakların istasyona ulaşıp cephe trenine binmeleri için bir yarım saate daha ihtiyaçları var. Sonra hastaneyi ayağa kaldırabilirsiniz. Şimdi lütfen şuraya oturun. Bir yarım saatçik dinlenmenizi rica ediyorum !“
Nesrin'i yanındaki yatağa oturttu. Kızın küçük eli hala kocaman avucunun içindeydi. Fark edince utandı :
"Ah affedersiniz…“
Telaşla elini çekti.
……
NESRİN koğuşta, kaçakların cephe trenine binmesi için gerekli zamanın dolmasını bekliyor ve alçak sesle Faruk'a bugün tanık olduğu büyük sahneyi anlatıyordu:
"Doktor Mim Kemal Bey, kırık kaburga oynayıp da ciğeri tahriş etmesin diye geniş bir bandla Paşa'nın göğsünü sıkı sıkı sardı ve cepheye dönemeyeceğini söyledi. Paşa hiç sesini çıkarmadı.“
"İtiraz etmedi mi ?"
"Hayır.“
Faruk hemen teşhisini koydu :
"Öyleyse kafasına koymuş, o da kaçacak !“
……
SALİH, Muzaffer ve Muhafız Taburu Komutanı Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey, belki Paşa'nın bir emri olur diye erkenden gelmişler, yernek salonunda oturuyorladı.
Bir ayak sesi duyuldu. Salih ayağa kalkmaya davranınca, İsmail Hakkı elini tuttu :
"Telaşlanma, Fikriye Hanım'dır…“
Merdivenden Fikriye Hanım değil, M. Kemal Paşa indi. Tıraş olmuş, giyinmişti. Üçü de ayağa fırladılar. Salih ağlamaklı, 'Aman Paşam..“ dedi, "..niye kalktınız ?"
"Böyle günde yatılır mı çocuk ?"
Sesi iyice kısılmıştı :
"İsmail Hakkı, taburunu topla, yarın cepheye hareket et !“
"Başüstüne !“
Salih Bozok'a döndü:
"Trenlerde arkalığı öne arkaya hareket ettirilebilir koltuklar olurdu. Bana arkalığı öyle olan bir koltuk bulun. Belki demiryolu ambarında vardır. Kazım Paşa'ya haber verin. Bir saat sonra cepheye hareket edeceğiz. Albay Asım Bey'i de bulun. O da bizimle gelsin. Siz de hazırlanın !“
"Ama Paşam, doktor…“
"Dediğimi yapın !“
"Peki !“
İki yaver ve Yüzbaşı İsmail Hakkı azap içinde çıkarlarken Fikriye Hanım Paşa'nın yanına gelip durdu, sitemle baktı. Paşa, Fikriye Hanım'a tutunarak yavaşça oturdu. Elinden çekerek Fikriye Hanım'ı da oturttu.
"Bu kazayı anneme yazma !“
"Yazmam.“
"Teşekkür ederim. Zavallı kadın, benden yana hep acı içinde yaşadı. Ya hapisteyim, ya sürgünde, ya savaşta. İdama mahkum olduğumu bile duydu…“
Genç kadının elini okşadı :
"..Sen de üzülme. Allah bana yardım edecektir.”
……
KARARGAH TRENİ Ankara'dan sessizce hareket etti. Malıköy'de durdu. İki otomobil istasyonda bekliyordu. Başkomutanlık, Genelkurmay ve Cephe Komutanlığı karargahları Malıköy yakınındaki Alagöz'e alınmışlardı.
Yeni karargaha hareket ettiler.
Küçük Alagöz çiftliği büyük bir ordugah olmuştu. Her yanı subaylar, askerler, çeşit çeşit çadırlar, arabalar, atlar, telsiz antenleri, telefon ve telgraf direkleri kaplamıştı. Büyük Savaş'tan kalma birkaç da demir tekerlekli kamyon vardı.
Türk ordusunun çok uzun yıllardır bu kadar canlı bir başkomutanlık karargahı olmamıştı.
Otomobiller Türkoğlu Ali Ağa'nın iki katlı, büyükçe evinin önünde durdular. Ev Başkomutan için hazırlanmış, telefon ve telgraf bağlanmıştı. Orduda bulunan tek asetilen (karpit) lambası da, çok ışık verdiği için Başkomutan'a ayrılmıştı.
Fevzi ve İsmet Paşalar ile Başkomutanlık Sekreterliği görevlileri evin önünde bekliyorlardı. Paşalar kucaklaştılar. Üst kata çıkıldı. Bu katta Başkomutan'ın çalışma ve yatak odası ile yemek ve yaverlik odası bulunuyordu. Demiryolu ambarında bulunan arkalığı hareketli koltuğu birlikte getirmişlerdi. Muzaffer Kılıç ile Ali Metin Çavuş koltuğu çalışma odasındaki küçük masanın yanına yerleştirdiler.
Odada birkaç iskemle, yerde küçük bir halı vardı. Neşeyle kahve içtiler. M. Kemal Paşa iyi görünmeye çalışıyordu ama kımıldadıkça acıdan yüzü terlemekteydi.
Paşaları neşelendiren bir haber verdi:
"Halide Edip Hanım cephede bir görev istiyor !”
İsmet Paşa Halide Hanım'ı sayardı, bu isteğinden dolayı daha da saygı duydu. Türkiye bir savaş kahramanından daha cesur bu öncü kadınlar sayesinde, ilkel bir toplum olmaktan kurtulacaktı.
"Kaydını gönüllü er olarak yaparım. Karargahta çalışır !” Kazım Paşa İsmet Paşa'nın omuzuna dokundu :
"Dünyada, ünlü bir kadın yazarın er olarak görev aldığı ilk ordu karargahı seninki olacak !”
Paşa gururla baktı :
"Evet !”
Sohbet iyiydi ama iş yoğundu. İsmet Paşa Albay Asım Gündüz'le birlikte karargahına döndü. Yeni Kurmay Başkanı Albay Asım Gündüz saygıyla karşılandı.
……
YATAK ODASINA portatif bir asker yatağı konmuştu. Ama Paşa geceyi çalışma odasındaki arkalığı yatırılan koltukta geçirdi. Zaten az uyurdu. Burada daha da az uyur olmuştu. Herkes yatmaya gidince ya düşünüyor, ya kitap okuyordu. Gelirken İslam tarihiyle ilgili birkaç önemli kitap almıştı yanına.
Uyanır uyanmaz Ali Çavuş kahvesini verdi. Karargah berberi bekliyordu. Tıraş oldu. Gecelik entarisini çıkarıp giyindi. Arkalığı yatıkça koltuğa yarı uzanmış durumda oturdu, böylece doktorların tavsiyesine az da olsa uymuş oldu.
Albay Asım Bey telefon etti, Merkez Ordusu'nun yolladığı 16. Tümen'in iki alayı yola çıkmıştı: 2.250 subay ve er. Alaylar savaşa yetişebilirse savaşçı sayısı 58.750 olacak, altmış bine yaklaşılacaktı.
Doktor sigara içmesini yasak etmişti ama dayanamadı, bir sigara yaktı.
……
HALİDE EDİP HANIM kendisini geçirmeye gelen bazı bakanlara, Y. Kadri ve R. Eşref'e veda ederek cephe trenine bindi.
Cephe için diktirdiği giysiyi giymişti: Lacivert baş ortüsü, aynı renk uzun ceket, bol pantolon, yumuşak çizme. Cepheye giden bir yüzbaşı bavulunu rafa yerleştirdi.
Her istasyonda trene yeni askerler doluşuyor, toprak rengi kadınlar ağlaşarak bir zaman trenle birlikte koşuyorlardı. Malıköy'e vardıklarında ay çıkmıştı.
İstasyonda derin bir sessizlik içinde dağıtım bekleyen birçok yeni asker vardı. İsmet Paşa yaverini ve otomobilini yollamıştı.
Otomobil Batı Cephesi Karargahı önünde durdu. Halide Hanım'ı Tevfik Bıyıklıoğlu karşıladı. Karargahın alt katındaki toprak zeminli iki odada subaylar çalışıyordu. Yukarı kattaki iki odadan birine götürdü. Odada büyükçe bir masa ile üstü asker battaniyesi ile örtülü portatif bir yatak vardı. Burası Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'nın makam ve yatak odasıydı. Öbür oda Cephe Kurmay Başkanı'nındı.
İsmet Paşa elini sıktı, oturması için bir tahta iskemle gösterdi ama Halide Hanım komutanına saygı gösterip oturmadı.
"Artık ordumda bir ersiniz. Sizi Birinci Şubeye atadım. Küçük bir eviniz, bir de hizmet eriniz olacak !”
Halide Hanım teşekkür etti.
"Başkomutan'ı ziyaret ettiniz mi ?"
"Hayır Paşam. Şimdi geldim.”
"Hemen gidin. Sizi bekliyor !”
Yüzbaşı Hasan Atakan Halide Hanım'ı M. Kemal Paşa'nın karargahına götürdü.
Halide Hanım bu sahneyi anılarında şöyle anlatacaktı:

“M. Kemal Paşa oturduğu koltuktan güçlükle kalkmaya çalıştı. Çünkü kaburga kemikleri hala ağrılar içindeydi... M. Kemal Paşa'ya doğru, kalbimde gerçek bir saygı ile gittim. O kendi halindeki odada bütün gençliğin bir millet yaşasın diye ölmeyi göze alan kararını temsil ediyordu. Ne saray, ne şöhret, ne herhangi bir kudret, onun bu odadaki büyüklüğüne yaklaşamaz.
Gittim, elini öptüm.“


 
C.S SERVERLARIMIZ
 
C.S SERVERIMIZA HERKESI BEKLERIZ
( 212.175.19.175 ) HERKESI BEKLERIZ
İŞTE GRUPUMUZDAN NICK'LER
 
C.S
ThİEf_HuNtER = TR_L@Zzz = Hacker_OFlu
DUF_ADANALİ_GKHN
BLADE = KEREMBABA94
Musten = AHİRETE_ZARARLI_KİŞİLİK
*__*[k0rT4L1h]*__*
manyaqqqq


VEEE METRAPOLLER

METRAPOL_KURTUu
METRAPOL_SERSERİSİ
METRAPOL_TİLKİSİ
METRAPOL_SANSARI

kanka nıckler

myStiklord
Hacker_OFlu
qrapx
ZYPER
blade
Kerembaba94
€L€KTRONXx
Lazrail
TİWUSİ
Dost sitelerimiz
 
www.wwsro.tr.gg
www.burak--07.tr.gg
en iyi ve en yeni


İste YuVaM..
 
Maltepe
Kucukyalı
Endusturu
Meslek
Lisesi
 
Bugün 33 ziyaretçi (37 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol